1. Yazdıklarım kimseyi ilgilendirmiyordur – ki bu hakikaten bir blog yazarının sonu demek olabilir. O zaman bu yazı işini biran evvel rafa kaldırmam lazım!
2. Yazdıklarım o kadar beğeniliyordur ki üzerine söylenecek söz bulunamıyordur. Bu da ukalalık olur – ki beni tanıyanlar öyle olmadığımı bilirler…
Üçüncü bir şey de geldi aklıma, ama onun bizim kurumumuzda çalışanlar
için geçerli olmadığını düşünüyorum: Türk insanının genel olarak sahip
olduğu söylenilen yazma tembelliği ya da son dönemde daha da
güçlendiğini gözlemlediğim “yorum yazmayayım şimdi, ne olur – ne olmaz”
iç savaşı.
Ben yazılarımı okurken aklınızdan neler geçtiğiniz bilmek istiyorum, suç
mu? Nedeni her ne olursa olsun, ben yine de yorumlarınızı merakla
bekliyorum.
Çözüm için her konuda olduğu gibi bu konuda da sorunu bilmek şart. Mesela bir anket mi yapsam beni okuyan 598 kişi arasında? “Yazımı neden okudunuz, ama olumlu ya da olumsuz bir yorumda bulunmadınız” diye mi sorsam? Sorun teknik mi, duygusal mı ya da şu an aklımın ucundan geçmeyen bir durum mu? Ben, bu resimdeki gibi aradığımı eninde sonunda bulacağım!
Biz pazarlama etkinliklerimizde açıkçası bunu birebir takip ediyoruz. Çünkü bir markanın değerinin, tüketicinin zihninde saklı olduğunu biliyoruz. Ancak tüketicinizin zihninde olanı bilirseniz durumunuzun ve değerinizin farkında olursanız. Bu anlamda yapacağınız her çalışma sizin esasen marka olarak özgüveninizi artırır ve yere daha sağlam basarsınız. Sahip olduğunuz bilgi size tüketicinizi ve dolayısıyla markanızı kontrol edebilme gücünü verir. Pazar araştırmalarının bu anlamda hayatımızda çok önemli bir yeri var. Ancak bu sayede gerçek pazarımıza oynayıp oynamadığımızı, iletişimde bulunduğumuz konuların ilgi çekip çekmediğini ya da markamızın iletişimlerinin akılda kalıp kalmadığını öğrenebiliyor ve buradan edindiğimiz öğretilerle iletişim adına daha iyileştirilmiş çalışmalara imza atabiliyoruz, yani markalarımızın geleceğini şekillendiriyoruz.
Mesela yılın 12 ayı boyunca sahada sürdürdüğümüz bir Advertising Tracking Survey’imiz var. Bu araştırma kantitatif olarak bize marka bilinirliğimiz, reklam bilinirliğimiz, slogan bilinirliğimiz, marka ilk tercih durumumuz ve marka bağlılığımız hakkında bilgiler sunuyor. Bu bilgilerde herhangi bir tuhaflık gördüğümüzde daha da derinleri “eşeleme” ihtiyacı hissediyor ve fokus gruplar veya farklı kalitatif araştırmalarla yeni ve kıymetli bilgiler, moda deyimi ile tüketici içgörüleri keşfediyoruz. Bu konuda Decartes’in çok sevdiğim bir lafı var: “Her zaman ara, bir gün altın ararken bakır bulursun, yarın bakır ararken altın bulursun"
Bu çalışmalar hastalığa yakalanmadan teşhis koyabilmenin yollarını sunuyor da diyebiliriz aslında. Hastalığa yakalandığınızda telafi daha zor veya acı olabiliyorken, bu tarz yaklaşımlarla proaktif davranarak sorunu “ucuz atlatmak” söz konusu olabiliyor.Gelelim başta değindiğim konuya...
Şimdi bir heves başladığım yazı hayatımın kangrene dönüşüp, hayatımdan kesilip – atılmaması için bir şeyler yapmak durumundayım. Karşımda iki seçenek var: Ya yazın hayatıma bir marka olarak devam edeceğim ya da havlu atacağım. Havlu atmak bana göre değil pek, bu konunun peşini bırakmayacağımdan ve peşini kovalamaya en azından bir müddet daha devam edeceğimden emin olabilirsiniz. Ama iş yoğunluğunda farklı bir çıkış noktası bulmaya da konsantre olamıyorum! Sizden en azından iş arkadaşlarım olarak yardım talep edebilirim diye düşünüyorum.. Sahi bana daha interaktif bir blog için ne yapmamı önerirsiniz? Yaratıcı önerilerinizi merakla bekliyorum, sorun sizden kaynaklanmasa da çözümün bir parçası olabilirsiniz!
Beni takip etmeye devam edin değerli arkadaşlarım, çünkü ben de sürekli takibinizde olacağım! ☺