Sürdürülebilirlik, özellikle son on yıldır gündemden hiç düşmeyen bir konu. Daha iyi bir gelecek için çalışan iş dünyasını, kamu kuruluşlarını, akademiyi, aslında toplumun her kesimini daha güzel yarınlara götürecek hemen hemen tek yol… 

Sürdürülebilirlik kavramı, yeni yeni duyulmaya başladığı zamanlarda daha çok bir reklam malzemesi gibi algılanmış hatta tam da anlaşılamamıştı. Ancak BSH gibi öncü, duyarlı, sorumlu ve yenilikçi firmaların tüm iş stratejilerinin merkezine sürdürülebilirliği koymaları, geniş kitleleri kapsayacak etkili farkındalık çalışmaları yapmalarıyla işin çehresi değişti. Sürdürülebilirlik hak ettiği önemi kazandı. İnsanlar sürdürülebilirliğin gezegenin geleceği için ne kadar kritik olduğunu sonunda kavradı. Yayınlanan sürdürülebilirlik raporları, gerçekleştirilen son derece özenli çalışmalar, belirlenen hedefler dünya genelinde her geçen gün çoğaldı ve sürdürülebilirlik de geniş kitlelerce benimsendi.  

Zaman içinde sürdürülebilirlik bir çatı hedef olarak ilerlerken çevre dostu teknolojiler ve karbon salımı gibi yine her biri hayati olan alt başlıklar da dünyanın gündemi ile tüm kurum ve kuruluşların ana stratejilerini şekillendirir hale geldi. Bu gibi konular, anaokulundan itibaren müfredatlarda yer almaya, Ar-Ge ve inovasyon faaliyetlerinin özünü oluşturmaya başladı. İşte bu nedenle bu yazımda ben de sürdürülebilirlik denildiğinde akla ilk gelen teknolojilerden biri olan “yakıt hücresine” değinmek istiyorum.  

Yakıt Hücresi ile Karşılaşmam… 
Çocukluk zamanlarımda derslerin bittiği ve havaların ısınmaya başladığı o güzel ve tatlı bahar günlerinden birinde okulumuz, Park Orman’a gezi düzenlemişti. Hem ruhumuz hem de hayal gücümüz için inanılmaz bir deneyim olmuştu. Tırmanma duvarları, halat çekme gibi oyunlarla gün boyu eğlenmiş; hava durumu gözlem kuleleri, ağaçların gövdelerine bakarak yaşlarını bulma gibi bilim ve teknoloji oyunlarıyla da yeni soru işaretleri üretmiştik. Ancak o günün benim için en önemli yeniliklerinden biri suyla çalışan arabalar olmuştu.  

O yaşlarda bir arabanın suyla çalışabileceğine pek anlam verememiş ve çok şaşırmıştım. Ancak şimdi anlıyorum ki o şaşkınlığıma sebep olan çok ilginç ve akıl almaz bilgiyi, hiç farkında bile olmadan bu günlerde kullanmak için zihnimin arka odalarında güvenli bir yere saklamışım. Yıllar boyunca “nasıl oluyor da bir araba suyla çalışabiliyor?” sorusu zihnimi hep meşgul etmiş, büyüdüğümde yanıtlanmak üzere benimle bu günlere kadar gelmişti… 

Hepimizin ilkokulda öğrendiği gibi su, diğer adıyla “H2O”, 2 hidrojen ve 1 oksijen atomundan meydana geliyor. Elektroliz dediğimiz bir süreçten geçtiğinde ise elektrik yardımıyla atomlarına ayrıştırılabiliyor. Daha sonra hidrojen elektrik enerjisi üretiminde kullanılıyor. Yani en basit anlatımıyla “yakıt hücresi”, havadaki oksijeni ve yakıt deposundaki hidrojeni özel bir membran* yardımıyla tepkimeye sokuyor ve bu sayede ortaya elektrik enerjisi, ısı ve oksijen çıkıyor. Sonucunda da doğaya hiçbir karbon salımı yapılmadan elektrik enerjisi üretilmiş oluyor.  

Hidrojen, yeni enerji kaynağı olabilir mi?  
Ben çocukken bu konu bir bilim-teknik projesinden öteye gidememiş olsa da bugün geldiğimiz noktada birçok markanın bu konuda yatırımlar yapmaya başladığını görüyoruz. Özellikle otomotiv sektörü konuyu çok ciddi bir şekilde ele alıyor zira hidrojen ile çalışan arabalar, elektrikli rakiplerine göre birçok avantaj sunuyor. Bunlardan en önemlilerinden biri de pilleri şarj etmek için saatlerce beklemek zorunda kalmayacak olmamız elbette. Yakıt deposu yalnızca 3 dakikada doluyor ve yeniden yola çıkabiliyoruz. 

Şimdi diyeceksiniz ki madem bu iş bu kadar kolay, şirketler neden bu teknolojiye hemen geçemiyor.  

İki büyük nedeni var:  

Birincisi, hidrojenin üretiminde yaşanan zorluklar ve doğanın kirletilmesi. Hidrojen, doğada en yaygın haliyle su ve ayrıca metan gibi karbon bazlı bileşiklerin içinde bulunuyor. Suyu elektroliz yöntemiyle hidrojen ve oksijene ayrıştırma sürecinde de daha sonra hidrojen ile üretilebilecek olan enerjiden çok daha fazlası tüketiliyor. Metan gazının yüksek ısılarda yakılmasıyla elde edilen hidrojen ise üretiminde doğaya yüksek miktarda karbon salımına sebep oluyor.  

İkinci neden ise hidrojeni taşıma ve depolama zorluğu. Hidrojeni yüksek miktarlarda taşımak ve depolamak için en akılcı çözüm sıvılaştırmak. Fakat hidrojen yaklaşık -250 °C’de sıvılaşabiliyor. Bu da yine yüksek miktarda enerji harcamak demek. Öte yandan gaz şeklinde depolamak veya taşımak da belirli altyapı zorluklarını beraberinde getiriyor. 

Şimdilik bu teknolojiler, belirli nedenlerden dolayı yaygınlaşamasa da eminim ki gün geçtikçe artan yatırımlar ve gelişen teknolojiler ile birlikte yakın bir gelecekte bu engelleri aşabileceğiz. İşte o zaman insanlık olarak sıfır karbon hedefine belki de beklediğimizden daha emin adımlarla ilerleyeceğiz.  

Yeni bir yazıda buluşuncaya kadar yorumlarınızla, sorularınızla iletişimimizin sürmesini umuyor, mutlu ve esen kalmanızı diliyorum.  

Kerem Can Germirligil 
Endirekt Satınalma Uzmanı 

* Membran, suyla daimî temas halinde olan yüzeylerin alt ya da üst bölümlerine su geçmesini engelleyen bir tür izolasyon materyali.